I
I
Marmara Denizi kıyısında, güya geleceğin Alaçatısı' nda geçirmeye karar verdim o bayramı. İnternet yorumları aynen bu şekildeydi. Ailem hayatta olmadığından, akrabalarımla görüşmek istemediğimden ve kurban kesmek bana pek uygun bir aktivite olmadığından, İstanbul' a fazla uzak olmayan, bayram tatilinde tüm istanbulun göç etmediği, sakin bir yer araken buldum burayı. Daha önce adını sanını duymamıştım. Amacım, sakin bir yerde biraz çalışabilmek ve belki de biraz yüzmekti. 

Adımımı beldeye attığımda ilk izlenimim harikaydı. 80' lerden kalmış, ikişer üçer katlı eski türk mimarisi tarzında evleri, mavinin en güzel iki tonuna sahip denizi ve açık gökyüzü ile gerçekten de ileride popüler bir tatil merkezi olacağı izlenimi yaratıyordu. Geleceğin incisi. Fazla bilinmiyordu, en azından benim çevremde hiç bahsi geçmemişti daha önce. Gitmeden önce bahsettiğim yakın çevrem böyle bir yerin varlığından bihaberdi. Keşfettiğim cennet köşesi beni gururlandırmıştı. 

Sonradan mevcut iki tanesinden biri olduğunu anladığım caddenin sonunda, meydan denilen yerde indirdi beni taksici. Ağır yüklerle yolculuk yapmayı sevmediğim için küçük bir çanta ile gelmiştim. Elimde çanta, bir kaç esnafa sorarak bulmam gerekti yer ayırdığım oteli. Otel dediğim, iki katlı bir evin bir odası, en üst katta bir de deniz manzaralı terası vardı. Rahatsız edilmeden çalışabilmek için ideal bir mekan. 

Odaya yerleştikten sonra, otelin sahibi olduğunu öğrendiğim kadından plajın yerini öğrendim; 

"Meydana çıkın, soldan devam edin, elli metre ileride."

İki adımda indigim meydandan sonra gerçekten de üç adımda plaja geldim. Ama ne plaj!. Gözlerime inanamadım önce. Topu topu yetmiş - seksen metrelik taşlık. Bir tarafı yüksek kayalık. Kum yok, şezlong, şemsiye yok, doğru dürüst insan bile yok. Her biri en fazla bir kibrit kutusu büyüklüğünde, göz alabildiğine taş. Bir kaç küçük gurup yayılmış bu taşlığa. "Neyse" diyerek girdim plaja!. Kayalığın dibinde bulduğum bir gölgede taşların üstüne serdim havlumu. Öncesinde baktım herkes öyle yapmış. Pervazdaki güvercinler gibi yan yana dizilmiş durumdaydık. Paletleri de boşuna getirmişim yanımda. Kimse benim kadar teçhizatlı gelmemiş. 

İlk kez taşların üzerinde yatıyor olmanın verdiği bir rahatsızlıkla tişörtümü yastık yaptım. Oldukça hazırlıksız gelmişim, seyahat öncesi araştırmaya daha fazla zaman harcamak gerektiğini orada öğrenmiş oldum. Seksen metrelik taslikta toplam yirmi kişi yoktuk. Bayram tatili, yazın ortası, otuz beş derece hava ve 'geleceğin Alaçatısı' nın tek plajı!. Neyse ki çok kısa bir zaman önce günümüzün Alaçatısını görmek de nasip olmuştu.

Baktım, beş kişi giriyor denize. Oraya kadar gitmişken girmemek olmazdı. Paletlerin fazla lüks olacağını düşünerek, yalnızca gözlük ile girmeye karar verdim. Suya yalnızca beş metre mesafede olmama rağmen, yaklaştıkça suyun renginin değiştiğini farkettim. Kahkahanın, mutluluğun mavisinden, mide bulantısının yeşiline. Ayaklarımı suya sokmamla yosunların "kurtar bizi!" diye ayaklarıma sarılması bir oldu. Denizdeki beş kişiyi kontrol ettim tekrar, kahkalar ve keyifli konuşmalar ile yüzdüklerini görerek devam etmeye karar verdim. Suda ilerledikçe yosunlar benimle birlikte sudan çıkamayacaklarını anladıklarından olsa gerek, bıraktılar beni. Bu kez de küçük bir deniz anası gördüm tam önümde. O da yıldırmadı beni, bir kaç adım sağa kaydım, bir tane daha. Yolumun üzerinde herhangi bir canlı kalmadığına emin olana kadar sağa doğru adımlara devam ettim. Sonunda temiz bir kulvar bulduğumu düşündüğüm yerde bıraktım kendimi sulara. 
Suyun altı tam bir bulamaç çorbasıydı. Görüş mesafesi yaklaşık on santimi geçmiyordu. Buna rağmen ilerledim, derinlik arttıkça bir şeyler gormek daha da imkansız hale gelmişti ama su daha temizdi. Ara sıra yosunlar ayağıma değiyordu ama en azından asağıdaydılar. Kafamı suyun üzerinde tuttuğum sürece beni rahatsız edemezlerdi. Bu şekilde gidebileceğim yere kadar gitmeye karar verdim. Dubayı geçtim. Buralara kadar gelen bir başkası yoktu. Denizde, Matt Damon' in Mars' daki hali gibi yalnız hissediyordum. 

Bir süre bu şekilde vakit geçirdim. Gelmiş oldugum yerde yosunlar daha ısrarcıydı. Ayağıma dolanıyorlar ama ayağımı hızlı hızlı yukarı aşağı oynatınca beni bırakıyorlardı. Yine de çok kısa bir süre sonra tekrar yapışıyorlardı.  Bu şekilde üç dört hamle yaptıktan sonra bu soruna daha kalıcı bur çözüm getirmeye karar verdim. Düşüncesi bile tiksindirse de kafamı suyun üzerinde tutarak, ayağımı yukarıya doğru çekip elimle almaya çalıştım yosunu. Bileğimde yumuşacık bir şeye dokundu elim. Dokunmamla birlikte panikleyerek elimi çekmem bir oldu. Yüzdüğüm süre boyunca yosun diyerek pek de aldırış etmediğim şeyler meğer yosun değilmiş. "Peki ama ne bu?" Su altındaki yaratıklardan pek hazzetmem. Çoğundan da tiksinirim malesef. Bu nedenle çırpınmaya başladım korkudan.
Çırpınırken suya batıp çıkıyor, her batışımda bir ağız dolusu su yutuyor, çıktığımda bir taraftan nefes almaya çalışırken, diğer taraftan da ayağımda aynı şeyi hissedip hissetmediğimi kontrol ediyordum. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde ayağımı ani bir şekilde ileriye doğru hareket ettirmemle birlikte kurtulduğumu hissettim. Arkamda olduğunu bildigim icin ayağımı geriye atmak istemediğimden, kollarımı çırparak kıyıya doğru yüzmeye çalıştım. Kurtulduğum sürece beni yakalayanın ne olduğunu hiç merak etmiyordum. Doğru düzgün atmayı başaramadığım iki üç kulaç sonra bu kez güçlü bir şekilde geriye doğru çekildiğimi hissettim. İyice korkmuştum. Çığlık attım mı bilmiyorum ama sahildekilerin beni farketmediğini görebiliyordum. Ani hareketlerle beni geriye çekebiliyordu ama bunun devamını getirebilecek kadar güçlü olmadığını anlamıştım. O şey beni geriye çektikçe ben de kulaç atıp ilerlemeye çalıştım. İyice yorulmuştum. Bir an durup nefes almaya çalıştığımda artık çekilmediğimi anladim. Nefeslenmek icin bir firsat oldugunu düşünerek suyun uzerinde kendimi bıraktım ve o anda tekrar hızla suyun içine çekildim. Bütün çırpınmalarım, kulaçlarım boşunaydı. Hızla derinlere doğru iniyordum. Nefesimi tuttum, yuzeye çıkamayacağımı anladığımda, arkama dönüp beni neyin çektiğini görmek istedim. Kıvrılarak yaklaştım ayağıma. Açıklarda su daha berrak olduğu için bileğime tutunmuş olan şeyi görebildim. Kahverengi bir kol. Bu kolun iki tarafında bir kaç kol daha, önünde de yine zorlukla gorebildiğim kahverengi, yuvarlak bir şekil vardı. Ahtapottu bu.

Bir ahtapot tarafından açık denize doğru çekildiğimi anladığımda daha büyük bir dehşete kapıldım çünkü bununla nasıl mücadele edebileceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bana bakmıyor, yüzü açık denize dönük, hızla gidiyor, beni de arkasından çekiyordu. Arada bir yüzeye çıkıyor, sonra tekrar suyun altına giriyorduk. Biraz daha ilerledikten sonra beni, nefes alabilmem icin yüzeye çıkardığını anladım. Kalbim hala bedenimden çıkmak istercesine atıyordu ama beni öldürmek istemediğini anlamıştım. En azından şimdilik. Bu yüzden bana izin verdiği anlarda nefes alıp, suyun altında nefesimi tutarak sürüklenmeye bıraktım kendimi. İzin veriyorken nefessizlikten ölmenin tam bir salaklık olduğuna karar verdim. Rutine alışınca da ahtapotu uzaktan da olsa incelemeye başladım. 

Beni tutmaktan olan kolundaki vantuzları gördüm. Bileğimden tuttuğu yer yanıyordu. Ara sıra dayanılmaz bir yanma hissi olsa da ayağıma ulaşamadığım için bir şey yapamıyordum, katlanmak zorunda kalıyordum bu acıya. Etrafımda dört kol daha gorebiliyordum ama toplamda sekiz kolu oldugunu biliyordum. Bu şekilde ne kadar devam ettik bilmiyorum. Beni bırakmaya niyeti yok gibiydi ama yüzmekten baska bir sey de yapmıyordu. Sonra bir an, nefes almak icin beni yukariya cikardigi anlardan birinde, normalin dışında bir siddetle suyun içine çekildim. Nefesimi istediğim şekilde alamamıştım, bu nedenle istemsizce kıyıya doğru dönerek çırpınmaya, ani hareketlerle ayağımı kurtarmaya çalıştım. Kafami anlık olarak suyun üstüne çıkarmayı başarabiliyordum ki suyun içinde kaldığım anlardan birinde kalın, tok bir ses duydum;

"Bırak onu!."

Yaşadığım panikle birlikte bu ses, kalbimin yerimden sökülecek kadar atmasına sebep oldu. Suyun altında kendi etrafımda dönmeye çalışarak etrafımı kontrol ettim. Hiç kimse yoktu. "Gaipten sesler duyduğuma göre artık ölüyorum sanırım". Tam karaya doğru dönükken bir sarsılma daha oldu, yine bir anlık dibe doğru iniş ve yine aynı ses;

"Bırak onu!." 

Arkamı döndüğümde yine olağandışı bir sey göremedim. Korkum git gide artıyordu. Beni kurtarmak isteyenin kim olduğunu ve suyun içinde sesini nasıl duyabildiğimi anlayamadım ama artık ahtapottan beni kurtarmaya çalışan biri olduğu düşüncesi beni biraz daha rahatlatmıştı. Kafamı sudan çıkarıp derin bir nefes alarak tekrar daldım suya. Bana yardım edeni görmek istiyordum. Hatta suyun altından konuşabilen, bana sesini duyurabilen ve ahtapota da söz geçirebileceğine inanan birinin bir insan olamayacağını, bunun olsa olsa denizler tanrısı olabileceğini düşündüğüm için bu tanrıyı, bu olağanüstü varlığı görmek için büyük bir istek duydum. Son anlarım olsa da denizler tanrısını görerek ölebilirdim. Şairane bir ölüm. Her faninin isteyeceği bir son. 

Ahtapotun diğer kolunun kalkıp bana doğru geldiğini gördüm köpüklü suların içinden. Yavaş bir haraketle bana yaklasti, yanımdan geçti ve bileğimi tutan koluna yukarıdan vurdu. Vurmasıyla birlikte sarsıldım, bir kaç metre daha derine indim, artan kopüklerden ve nefesimi tutma gayretimden dolayı hiçbir şey göremedim ama o kargaşada yine aynı sesi duydum. 

"Bırak onu!."

Gördüğüm şeye inanamamıştım. Ahtapotun bir kolu, beni diğerinden kurtarmaya çalışıyordu. Hem fiziksel olarak, hem de sözlü?!. Konuşan bir ahtapot kolu mu vardı? Beni kurtarmaya çalışan kol diğerine üst üste bir kaç darbe daha indirdikten sonra ayağım kurtuldu. Dinmeyen bir yanma ve acı hissediyordum bileğimde ama dayanılmayacak gibi değildi. Teşekkür etme fırsatı bulamadan ama büyük bir minnet hissi ve devam eden korkuyla kıyıya doğru yüzmeye başladım. Elimden geldiğince hızlı yüzmeye çalışıyordum. Bu sırada ayağımdaki acı da artıyordu. Nefesim kesilinceye kadar yüzdüm, sonra kendimi sırt üstü bıraktım suya. Karayı kontrol ettim, az kalmıştı varmama. Biraz nefeslenerek tekrar yüz üstü dönerek, hızlı kulaclarla kıyıya geldim. Her yanima batan taşlara aldırış etmeden atladım yere. Bunu dert edebilecek durumda değildim.  Ne kadar kaldım o sekilde bilmiyorum. Plajda kimse benim bir hayat mücadelesinden kurtulduğumun farkında değildi. Ne yokluğumu, ne de varlığımı farketmislerdi. Biraz daha iyi hissettigimi düşündüğümde kalktım, eşyalarımı toparlayarak otele geri döndüm. Ayağımın acısı devam etmesine rağmen gözle görünür bir iz yoktu.

O akşam bir daha otelden çıkmadım. Ertesi gün de eve doğru yola çıktım. Günler sonra, bugün, bir makale okudum. Ahtapotların her kolunun, ahtapotun kendi beyninden bağımsız birer beyni olduğuna dair. Beş yüz milyon nöronunun yarısından fazlasının, beyninin dışında yer aldığını öğrendim. Beni kurtaran, beni esir alan ahtapotun, farklı düşünen bir koluydu. Ahtapotun içindeki İrlandalı. 
© ozpeke,
книга «Bayram Tatili».
Коментарі
Упорядкувати
  • За популярністю
  • Спочатку нові
  • По порядку
Показати всі коментарі (1)
Remezan Mametgurbanow
I
Ellerine saglik
Відповісти
2021-02-27 17:39:39
Подобається